KENDİME BİR ELEŞTİRİ

(Eleştirel Düşünme İçin Bir Rehber, s. 55’te yer alan tablodaki sıraya göre yazılmıştır.)

  • Hukuk Fakültesi, “sosyal bilimlerde yanlış ya da doğru olmaz, mantıklı bir gerekçelendirme ile her türlü görüşü savunabilirsiniz” düşüncesinin aşılandığı bir fakültedir. Bu sebeple hukuk fakültesinden mezun olup mesleğe atılan avukatlar, görüşlerinin hatasız olduğunu ve doğrunun kendileri olduğunu savunurlar. Bu düşünce, başka bir olayla desteklenmektedir. Vatandaşlar, avukatları “her şeyi bilen insanlar” olarak nitelendirmektedir. Sağlık hukukuna ilişkin bir uyuşmazlıkta avukatın doktor gibi, arsa/ev gibi taşınmazlara ilişkin bir uyuşmazlıkta avukatın müteahhit, tarla gibi taşınmazlara ilişkin bir uyuşmazlıkta avukatın çiftçi kadar bilgi sahibi olması ve çözüme ulaşması beklenir. Vatandaşın böyle bir beklenti içine girdiğini gören avukat ise, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” düşüncesine kapılır ve deyim yerindeyse en müteahhitten daha müteahhit olur. Mesleğimde ve vatandaşlarda genel kanı bu yöndedir. Anti-eleştirel bu görüşe taban tabana zıt durumdayım. Hukuki olmayan konularda benden görüş isteyenlere/fikrimi soranlara karşı, bilirkişiye başvurulmasını ve rapor alınmasını, ancak bu raporun yorumunu yapabileceğimi belirtiyorum. Böylelikle ne müteahhit oluyorum ne çiftçi ne de doktor. Bu konularda kulak dolgunluğu ya da göz aşinalığı olması başkadır, bu konularda fikir belirtebilecek otorite olmak başkadır. Hukuki olmayan konularda böyle olan ben, ana tahsilim olan hukuki konularda da böyledir. Zira ben bir kamu hukukçusuyum. Yani anayasa, ceza, idare ve vergi hukuklarını dibiyle köşesiyle bilmekteyim. Ama özel hukuk alanları olan medeni hukuk, borçlar hukuku, ticaret hukuku vb. alanlarda ise yalnızca temel bilgiye sahibim. Bu konuda benden ayrıntılı bilgi almak isteyenlere, bilmediğim halde danışmanlık vermiyorum. Ya bilen birisine yönlendirme yapıyorum ya da kendim oturup çalışıp danışmanlık veriyorum. Böylelikle doğru bilgiye ulaşım konusunda faydalı bir kaynak görevini başarıyla ifa ediyorum. Hata yaptığım noktaları ise not ediyor (hem aklıma hem defterime) ve aynı hatalara tekrar düşmemek için çabalıyorum.
  • Benim hayatım sorun çözmekle ve çelişkili durumları atlamak için çabalamakla geçti ve geçiyor. Hayatın bize attığı bir yumrukta vazgeçip oturmayı tercih etse idik zannediyorum ki üniversite bile okumazdık çünkü hayatta bilinen ilk yumruklar genelde ergenlik döneminin başında yeniyor. Aşkta da eğitim hayatında da iş hayatında da yumruk yesek, sorunlarla karşılaşsak yapacağımız güzel bir silsile var:
    • Sorunun ne olduğunu tespit etmek.
    • Sorunun muhtemel negatif sonuçlarını analizlemek.
    • Sorunun çözümü için ihtimaller zinciri dizmek.
    • Sorunu çözerken hiç zarar görülmeyecek ya da en az zarar görülecek çözüm yolunu seçip uygulamak.
  • Silsilenin tüm basamaklarında heyecanımıza yenik düşmememiz ve kanımızı soğuk tutmamız gerekiyor. Ben üniversiteyi okurken 2 profesörümüzü diğer dünyaya uğurladık. Sınıf arkadaşlarımdan vefat edenler de oldu. Hocalarım beni “kağıda çok bilgi yazıyorsun, dr. öğretim üyesi kadar bilgin var” diyerek bütünlemeye de bıraktı. Aşk acısı da çektim. Mezun olduktan sonra aylarca işsiz gezdim, defalarca yüksek lisans mülakatlarında elendim. Yüksek lisansa girdikten sonra arş. gör. kadrolarında defalarca elendim. Ofisimi açtıktan sonra nice müvekkilimden paramı alamadım. Sorunlar saymakla bitmez ancak bunların tümünde ortak olan bir şey vardı: Ben soğukkanlılığımı yitirmedim ve yolumun başına geri dönmedim, yoldan da çıkmadım. Yolumda dümdüz devam ettim ve tüm sorunları aştım, yeni sorunların gelmesini bekliyorum.
  • Akademik hayatta da günlük hayatta da günlerim anlamaya çalışmakla geçiyor. Yeni çıkan bir makaleyi okuyup anlamaya çalışıyorum, bana derdini anlatan insanları anlamaya çalışıyorum vs. Mesleğim sorun çözme temelli olduğu için bunları yapmak içimden gelmekle birlikte aynı zamanda görevim de. Yüksek lisans tezimi yazarken önce tez konumun (Ceza Muhakemesi Hukukunda Seri Muhakeme ve Basit Yargılama Usulleri) insanların hukuki hayatlarında doğurduğu negatif sonuçları gördüm, sorunları anlamaya çalıştım ve Cumhuriyet savcılarına çözüm önerileri hazırladım. Umarım 3 ay sonra kitabım yayımlandığında sorunların çözümüne ufak da olsa katkı sağlayacağım.
  • Yargılama faaliyeti yapan hâkimlerimizin düştüğü en büyük hatalardan birisiyle devam ediyoruz. Yani, ben suçluyu 10 kilometre öteden tanırım düşüncesi. Ceza muhakemesi hukukunda deliller konusunda tartışma yapılırken “gördüklerinizin yarısına, duyduklarınızın ise hiçbirine inanmayın” görüşü ön plana çıkarılır, doğrudur da. Maalesef hâkimlerimiz gördüklerine de (örneğin kamera kayıtları ya da olay yeri incelemesi) duyduklarına da (örneğin tanık ifadeleri ya da ses kayıtları) inanmıyor ve “tipinden suçlu olduğu anlaşılıyor zaten sicili de temiz değilmiş) diyerek ceza veriyorlar.
  • Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, Anayasa ve uluslararası mevzuat ile koruma altına alınmıştır. Bu konuda birçok çalışma yapılmış ve Banglore Yargı Etiği İlkeleri düzenlenmiştir. Buna göre örneğin dini görüşü olmayan bir hâkim, yargıladığı kişi başörtülü ise taraflı bir yaklaşım sergileMEMELİDİR.
  • Ben, ne arkadaşlarıma ne müvekkillerime ne de gün içinde tanımasam dahi iletişim/paylaşım içinde olduğum insanlara kıyafetleri, inanışları, cinsiyetleri, konuşma tarzları ile değer yüklemiyorum. Bana sözlü bir şekilde dosyasını anlatıp “avukatım ol” diyenlere, içimden yeşil ışık yaksam da dışımdan verdiğim tepki (birçok avukatın aksine) “önce dosyayı inceleyeyim” oluyor. Çünkü deliller dışında konuşulan her cümle, köy kahvesi dedikodusundan öte geçemeyecektir.
  • Gelelim Türk insanının yapmayı unuttuğu, belki de işine gelmediği bir noktaya: Dinlememek. İnsanımız artık dinlemiyor. Aynı görüşten de olsa “aynen” diyerek geçiyor, farklı görüşte olduğunda zaten iletişim değil kavga başlıyor. Ne yazık ki diyalektik özelliğini kaybetti toplumumuz. En son ne zaman “seni anlıyorum hatta sana hak veriyorum ancak sana katılmıyorum, bence şöyle…” cümlesini duyduk? Ben fakülte hayatımda ülkenin her yerinden gelen 650 öğrenci ile birlikte 4 yıllık bir paylaşım/iletişim içine girdim. Nice ilçe nice köy nice kültür tanıdım. Ancak hiçbir zaman kalkıp da “senin şiven bozuk, sen köyden geliyorsun” ya da “sen çok zenginsin, farklı klasmandayız” ya da “sen karşıt görüştensin seninle iletişimimi kesiyorum” ya da “sen anlaşamadığım bir burçtansın seninle arkadaş olmak istemiyorum” şeklinde bir söylemde bulunmadım. Hayatımda ilk kez ateisti, Musevi, sosyalist, eşcinsel vb. arkadaşlarım hep üniversitede oldu. Ve hepsiyle de çok iyi anlaştım, halen görüşürüm, halen paylaşım içindeyim. Önemli olan farklılıklar içinde yaşayabilmek ve gelişebilmek şeklinde düşündüğüm için hiç dışlayıcı bir tavır sergilemedim. Anlattıkları her şeyi sanki kitap okur pürdikkati ile dinledim ve kazanımlarda bulundum.
  • İçimdeki devrimcinin ortaya çıkacağı bir başlık bu. Evet hep rasyonel şeylerden bahsettim, hep aklıselim yaklaştım, hep kuralına göre oyun oynadım ancak bazı durumlarda ben de duygularıma yenik düşüyorum. Örneğin suçun failinin çocuk olduğu durumlar. Örneğin yıllardır şiddet gören bir kadının sonunda dayanamayıp eşini öldürmesi vakaları. Bunlar trajik olanlar. Bir de komik olanları var. Laftan anlamayan insanların, gerçekten kötekten anlaması durumları. Birçoğunu sokak röportajları videolarında görüyoruz aslında ya da ana akım medyanın akşam haberlerinde vatandaş gazeteciliği örneği olarak. Geçtiğimiz birkaç yılda haberleri izlerken kaç kez “ya bırak kanunu, ağzına iki tane patlatacaksın” dediğimi bilmiyorum. Bu noktada ne yazık ki dengeli olamıyorum. Ancak şu da var ki benim dengeden çıkışım çok zor ancak dengeden çıkma ihtimalim de yok değil… Belki de hayatımın ilerleyen yıllarında düşüncelerim daha yerine oturur hale gelir.
  • Kendimi takdir ettiğim, hatta imkân olsa kendi alnımdan kendimi öpeceğim bir nokta: Duyguların dizgini. İş hayatında (bir yukarı başlıkta verdiğim istisna hariç) profesyonelliği elden bırakan birisi değilim. 2019 yılında anneannemi kaybetmemin üzerine defin işlemlerinin ardından “işler aksamasın” diye ofisime gidip çalıştığımı hatırlıyorum. 2009 yılında dedemi kaybettikten sonra yine defin işlemlerinin ardından “aman ağzımızın tadı kaçmasın” diyerek dershaneye deneme sınavına gittiğimi hatırlıyorum. 2016 yılında (o zamanki kız arkadaşım tarafından) aldatıldıktan 1 hafta sonra 5 adet final sınavına girip “aman sene uzatmayalım” diye hepsinden de 90 üzeri not aldığımı hatırlıyorum. Avukatlık dönemimde ise acıkacağım saati, uyuyacağım saati, üzüleceğim saati, sevineceğim saati ayarlayabiliyorum. Geçtiğimiz aylarda “şimdi hasta olmanın zamanı değil, yarın 3 duruşmam var” diyerek bir buluşmayı iptal ettiğimi hatırlıyorum. Zamanı aşırı yönetebilmek üzerine kurulu hayatımda başkasına çok ilginç gelebilecek özelliklerimden birisi de tam da bu sorunun cevabı aslında…

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın